Milano'da Hayat!
- Hande Yazar
- 3 Eki 2019
- 8 dakikada okunur
Ah be zaman ne çabuk geçiyorsun! Üçüncü yılıma girdiğim bu ayda, her ne kadar tam anlamıyla evim gibi hissettirmese de bu şehir, hala daha her yeni gün beni büyülemeye devam ediyor.. Ah şöyle güzel böyle renkli, yok efendim şurayı gezin buraya gidinle kafanızı doldurmayacağım; eksileri artılarıyla benim gözümden sizlere hayatı sunacağım. Girizgahı hiiç uzatmayalım gelin bir parça Milano’da yaşayalım!

Gerçekler acıtır anlaman lazım, benim için artık sen bir yabancısın!
* Milano, Italya’nın Roma’dan sonra ikinci en en büyük kenti.
* Paris ve Londra’dan sonra üçüncü en büyük ekonomiye sahip olmakla birlikte aralarında en hızlı büyüyeni.
* Alfa şehir olarak da geçen Milano, bu takma adını sanat, ticaret, dizayn, eğitim, eğlence, moda, finans, medya, araştırma ve turizm alanlarına uzanan güçlü kollarından alıyor.
* Milano dünyanın dört moda merkezinden biri olarak her yıl Milano Moda Haftasına da ev sahipliği yapıyor.
* Şehir, sayısız müze ve sanat galerileriyle her yıl 8 milyona yakın turist çekiyor.
* Milanonun futbolda A.C. Milan ve F.C. Internazionale olmak üzere iki ve basketbolda Olimpia Milano adında Dünyaca ünlü takımları bulunmakta.
Mavi boncuk dağıtır Milano, Bukalemun gibidir Milano

Tarih boyunca birçok farklı devlet tarafından ele geçirilen Milano, daldan dala savrulmuştur diyebiliriz. Komşularının da çokça etkisinde kaldığı için tam anlamıyla bir Italyan şehri de değil. Neyden hoşlandığını bilemeyen bir ergen gibi, biraz ondan biraz bundan takmış takıştırmış. Mimariden tutun, gündelik alışkanlıklara, çalışma temposundan yeme içmeye kadar oyun hamuru gibi şekilden şekle girmiş. Kimlerin mi etkisi var? Italyan köklerinin üstüne Avusturya, Fransa hatta İsviçre kültürlerini ekleyin, buyrun size Milano!
Şimdi şöyle de bir durum var, bir kez Italyan olan onu kolay kolay bırakamaz. Neden mi? Çünkü kimse rahatlığı ve genişliği bırakmak istemez.. Ama Milanoluların diğer Italyanlara göre daha çalışkan, işlerine ve sorumluluklarına daha bağlı, çevreye duyarlı olduğu da bir gerçek. Öyle yiyelim yatalım #YOLO değiller anlayacağınız... Ama damarları tutunca bize de deriiiiiiin bir iç çekmek kalıyor, napalım...
Ekmeğini bırak da etini bitir bari!

Arkadaşlar, aklımın almadığı bir bölüme geldik; yeme-içme. Bu insanlar yiyor, güzel yiyor ama o kadar yemelerine rağmen kilo almıyorlar. Hadi gelin açıklayın! Sabah kahvaltısından başlayalım diyeceğim ama bahsedilecek bir şey yemedikleri için kısacık geçivereyim. Hüp diye hüpletilen espresso ya da o mikerella köpüğüyle cappuccino yanına brioche (kruvasan dememek için kendileri bir kelime uydurmuşlar) yiyip ay doydum cınım hadi kalkalım deniyor ve kahvaltı faslı bitmiş oluyor. Tabi bizim effffsane kahvaltılarımızdan bahsedince çeneleri yerinden çıkacak gibi oluyor, eh yaaaniii..

Geldik öğlen/akşam yemeklerine. Şimdi bu ikisini bir ortaya bırakıvereceğim çünkü genelde ya iki öğünde de aynı şekilde besleniyorlar ya da birini salata veya risotto (bildiğiniz kıvamı tutmamış pilavın bir takım soslar ya da ek malzemeler eklenip lapa olarak servis edilmesi) ile geçiştiriyorlar. Asıl menüye gelirsek, birinci ve ikinci tabak olarak geçen, üstüne de tatlı ve kahve yapıştırılan bir öğün. Ilk tabak makarnagillerden oluşuyor, aklınıza gelen gelmeyen her türlü makarnayla midede temeli oluşturduktan sonra ikinci tabağa geçiyorlar. Ikinci tabakta ise et ve yanına salata ya da sebze bulunuyor.
Böyle kolayca okunduğuna bakmayın, bu porsiyonlar kocaman! Zaten ikilemim de burada başlıyor... Sen her gün her gün böyle hüplet ama sonra fit fit gez. Ama tamam hadi haklarını da yemeyeyim, sporu hayatlarından hiç eksik etmiyorlar. Hava yağmurlu da olsa, soğuktan burunlarından sarkıtlar da sarksa yine de milletçe elele tutuşup parklara koşuyorlar.

Peki ya öğleden sonra cappuccino içilmemesi sorunsalı... Ilk geldiğim zamanlarda şehir efsanesi sandığım ama sonrasında doğru olduğunu gördüğüm bir enteresanlık. Cappuccinoyu sadece öğleden önce içiyorlar, nedendir bilmem ama yazısız kural gibi bir şey. Sonuçta yasak masak da değil hani, zibilyon defa günün saçma sapan saatlerinde içmişliğim var. Sadece bir kaç sefer yüzüme tuhaf tuhaf baktıklarını gördüm, işte o zaman ahhaa bu Italyan değil diye jetonları düşüyor tabii.
Aperitivo nedir? Yenir mi? Arkadaşlar, aperitivo yabancı bir ülkede yemek yemek için karşınıza çıkabilecek en güzel fırsatlardan biridir. Gelin size tarihiyle ilgili olan minnacık bilgimi aktarayım. Campari, Milano asıllı, zamanının olay yaratan içkilerinden biridir. Fakat tadı o kadar acıdır ki marka sahipleri tadını değiştirmeden satışları artırmanın yollarını aramaya başlar. Sonunda ücretsiz

atıştırmalıklar verdiklerinde başarıya ulaşırlar. Direkt çevirisi meze anlamına gelen aperitivo zamanla tüm Milanoya yayılır ve günümüze kadar devam eder ancak sadece Milano ve çevresine özgü kalır. Yaani akşam o kadar da aç değilsiniz ama “ minnacık atıştırmak da güzel olur hani” derseniz aperitivo sizin için birebir. Yerine göre değişse de genelde cips, patates kızartması, salam, zeytin, ekmek, mini sandviç olarak içkinin yanında servis edilir. Genellikle ekstra bir ücret ödemeden içkinizle birlikte gelse de bazı yerlerde 1-2 euro fark istenebiliyor.

Tabii Milano bununla kalır mı, turizm patlayıp gittikten sonra geleneksel aperitivonun yanına yenisini ekleyip açık büfe haline dönüştürmüşler. Sıcak yemekler, etler, makarnalardan soğuk kanepelere salatalara hatta tatlılara kadar uzanan yemek dolu kooocaman masalar. Normalde bir kokteyle ödeyeceğiniz fiyatın 2-3 Euro fazlasını verip, akşam belirli saatlerde bu büfeden sınırsızca yararlanabiliyorsunuz. Arkadaşlar kaçırmayın derim, EF SA NE!
Aperitivoyla ilk karşılaşmam da şans eseriydi meselaa... Milano’ya gelişimin ilk günleriydi, arkadaşımla gün ortasında birer bira içip soluklanmak için bir cafe/bara oturduk. Biralar geldikten 3 dk sonra yukarıda saydığım trilyonlarca atıştırmalıkla dolu kocaman bir tabak geldi. Tabii ikimiz de şok, biz bunu söylemedik kii bile diyemeden garson yanımızdan fırlayıp uçtu, acaba yan masadan mı geldi diye çevreye bakınıyoruz, kimse de yok.. E tabii biz o tabağa bi 5 dk hiç dokunmadık, neyse belki dokunmazsak ücretini de almazlar diye düşünüyoruz. Ama homini gırtlaklık değil mi işte, hüpletildi tabii.. Kasada bize ne kadar geçiricekler diye düşünüp soğuk soğuk terleyerek geçen o 10 saniye sonunda gördük ki, ücrete dahilmiş! :):)))
Götür beni gittiğin yere
Ulaşım Milano’da çoook rahat. Tabii ki dolmuşları yok, büyük eksiklik ama tramvay, otobüs ve metronun birlikte musmutlu yaşadığı bir ortam var. Tabii teoride :) Çünkü pratikte karşımıza çıkan otobüslerdeki hırsızlıklar/kavgalar, metrolardaki grevler, tramvayların hiçbir zaman zamanında gelmemesi var!

Yok yok ciddiyim; özellikle adı çıkmış 90/91 otobüsleri var ki denk gelirseniz olabildiğince şoföre yakın bulunmaya özen gösterin. Arkadaşlarımın başına geldi, çantanın dibindeki telefonu çalmalar, köşeye sıkıştırmalar, cüzdan yürütmeler neleeer neler..
Gel gelelim metrolara.. Arkadaşım, bir millet düzenli olarak grev yapar mı? Hem de her iki haftada bir! Ciddi ciddi huy haline getirmişler, bi de utanmadan anons ediyorlar biz grevdeyiz başka taşıt kullanın diye! Aaa sağol ya! Çook başıma geldi, metroya giriş yapıp bekledikten sonra o cızır cızır anonsu duyduğum!

Peki ya o tramvaylar, sinir hastası olmak için birebir! Neyseki bazı duraklarda teknoloji çağında olduğumuzu anlamışlar da ekran koymuşlar, kaç dk kaldığını gösteriyor filan. Ama böyle bir komedi olamaz; 5 dk gösterip 10 dk beklemeler mi dersin, bir anda dakikanın ortadan kalkması mı dersin, ay aklına gelen gelmeyen her şey oluyor! Bir de işin trajikomik tarafı, herkes söyleniyor buna! 7’sinden 70’ine, yerlisinden göçmenine heeerkes.. E bir şey mi yapsanız acaba mesela?!
Dolayısıyla ben kendimce yürümeyi tercih ediyorum; 2 yıl içerisinde 5 ev değiştirmiş biri olarak yürümenin en iyisi olduğuna karar verdim! En azından diş sıkmaktan çenen ağrımıyor! Binalar, parklar, ara sokaklar o kadar güzel ki; okuldan/işten eve 50 dk sürse de, yorgunluktan ölsem de yürüyorum...

Tabii bu aralar inanılmaz revaçta olan bisiklet/scooter/motosiklet/araba kiralamaya da değinmeden geçmek olmaz. Belediyenin 25 Euro karşılığı üyeliğini yapıp kullanabildiğiniz bisikletleri mevcut; bakımsız olmaları bir yana, sadece kendi duraklarına park edebiliyorsunuz. Fakat bunun dışında, son bir iki yıldır marketi ele
geçirmiş, telefon uygulamalarıyla kiralanabilen özel bisikletler de var. Denendi, onaylandı, önerilir! Şu sıralar dünyayı da kasıp kavuran elektrikli scooter çılgınlığı burada da mevcut. Aynı şekilde telefon uygulamasıyla çalışıyor fakat ücreti bir tık daha yüksek. Ama inanılmaz keyifli, kesinlikle denenmeli! Motosiklet ve
araba kiralama da yine aynı şekilde işliyor. Motosiklet için sadece araba ehliyeti yeterli olsa da (bizlerinki de dahil) araba için işler biraz farklı işliyor. Birkaç farklı markanın uygulamaları mevcut: BMW, Fiat, Smart gibi. Fakat çoğunda sadece Italyan ehliyeti
kabul ediliyor, diğer AB ülkelerininkiler bile değil. Daha önce bir arkadaşım vasıtasıyla kullanmışlığım var, çook pratik, çevreci ve inanılmaz mantıklı bir uygulama. Tabii bi de benim ehliyetimi kabul etselerdi tadından yenmezdi ama.. :)
Gündüzleri ulaşım rahat olsa da, problem geceleri başlıyor. Ne yazık ki cuma cumartesi günleri bile metrolar en geç 12.30’a kadar var. Tramvaylar 1-1.30’a kadar devam etse de, o saatten sonra geriye sadece taksiler ve gece otobüsleri kalıyor. Kiii hayal edebilirsiniz gece otobüslerini hiç ama hiç önermiyorum, çünkü böbrekler önemli...
Evim evim güzel evim
Bir çiledir bu konu, baştan uyarayım.. Yahu bir ev bulmak bu kadar mı zor olur?! Kira fiyatlarının atmosferi de geçtiği bu şehirde zaten ‘ev’ bulmak derken kastettiğim bir (1) ‘oda’ bulabilmek.. Eğer iki veya fazla kişiyseniz ev bulmak mantıklı tabii ama genelde uygun bir yer bulabilmek bir mucize. Facebook grupları genelde öğrenciler ve yeni mezunlar tarafından kullanılıyor ama oraya da ipini koparan hücum ettiği için pek bir geri dönüş alınamıyor. Yine bu kesime hitap eden ajanslar da var, fiyatlar bir tık daha yüksek olsa da en azından başınızı sokabileceğiniz bir yer bulmak onlar aracılığıyla daha kolay olabiliyor. Emlakçılardan hiiç söz etmiyorum, bizdeki gibi öğrenciye ev bulmak istemiyorlar, hele ki yabancıysanız, babaaaaaayy!
İşin mimarisine gelecek olursak, klasik Italyan konutları büyük kapılı bir girişten sonra büyükçe bir avludan ve bileşik birkaç apartmanın kare şeklinde o avluyu çevrelemesinden oluşuyor. Sonrasında siz kendi bloğunuzdaki ikinci bir kapıdan kendi katınıza çıkıyorsunuz. Bu so called avluda bisikletler,

motosikletler park edilir; bir kaç farklı noktada geri dönüşüme göre ayrıştırılmış çöp kutuları bulunur. Küçük bir dipnot: çöpleri ayrıştırmak zorunluluğu var, bunun için ayrı bir vergi de ödeniyor ve çöpler ayrıştırılmadan atılırsa tüm binaya ceza kesiliyor. Peki bu koooocaman binada komşuluk var mı? Sorunun kendisi saçma, tabii ki de yok! Ama hakkını da vereyim, kimle karşılaşırsanız karşılaşın günaydınlar, tünaydınlar, iyakşamlar demeden de geçilmiyor.
Are you Cola? Are you Disco? E, what are you?
Milano inanılmaz canlı, her an bir etkinlik bulabilirsiniz. Moda ya da dizayn haftalarında daha da

renklenen şehirde durgun bir günde bile bir galeri açılışı, müze girişi, kokteyl, parti, konser, siz bulamasanız da sizi bulan bir etkinlik oluyor. Tek sıkıntı, Italyanların Ingilizce ile olan bu dar görüşlülüğü... Aslında bu konuda bize benziyorlar; cana yakınlar, sıcakkanlılar ama gel gelelim Italyanca konuşmadığınızı fark ettiklerinde tırs tırs kaçıyorlar. Milano, Italya’nın en uluslararası şehri denebilir ama buna rağmen Ingilizce konuşmaya inanılmaz çekiniyorlar. Yahu sanki bana sınav veriyo, I go you go de geç işte...

Hafta içi temponun yavaşladığı, romantik aperitivolarla geçtiği şehirde tabii ki cuma cumartesi akşamları çılgınlık tavan yapıyor. Cumartesi günü genelde market alışverişi ile geçerken pazar günü tamamen rahatlık/esneklikle geçiyor. Sülalecek geç bir bruncha ya da öğle yemeğine gidilir, kahkahalar, köpüklü şaraplar havada uçuşur, bende o arada mısır gevreğimi kaşıklarım...
Gelelim sokaklara... Şimdi hakkını yemeyeceğim şehir gerçekten de temiz. Kuzey Italya şehirleri güneydekilere göre daha derli toplu, düzenli ve temiz oluyor. Belediye çalışıyor işte, öğleden sonra eve gidip yatmıyorlar güneyliler gibi! Ama tek bir sıkıntı var, inanılmaz kötü kokuyor! Ben böyle şey görmedim daha önce, sokaklar baya baya sidik kokuyor.. Evsiz sayısının trilyonları bulması bunun başlıca sebeplerinden olabilir tabii. Açıkçası Ankara’da ben böyle bir şeyle karşılaşmadım daha önce. Tabii çokça dilenci var bizde de ama bu kadar çok evsizi ilk kez görüyorum. Sokaklarda olur olmadık yerlerde çıkabiliyorlar karşınıza. Enteresan bir şekilde hayatın bir parçası haline gelmişler; über süper pahalı markaların tam karşısında uyurken Italyanlar da yanlarından geçip gidip alışveriş yapıyor.
Bunun yanı sıra, nerden geldiğini bile göremediğiniz bir anda karşınızda bitiveren siyahiler var; evsiz insanlar kesinlikle karşıdakiyle iletişime geçmiyor ama bu arkadaşlarımız baya baya baya kişisel alanınızı işgal edebiliyor. Irkçılık olarak düşünmeyin, her gün başıma geleni anlatıyorum. Ellerinde

ipten bileklikler bir anda kolunuza omzunuza üstünüze bir yere bırakıyorlar, e tabi nolduğunu bile anlamadan aa ama aldın onu biraz para versene diye yapıştırıyolar. Yabancı olduğunuzu anlarlarsa biraz sıkıntılı çünkü öyle kolayca peşinizi bırakmıyorlar. Verilen parayı beğenmeyenini bile gördüm ben.. Dolayısıyla minik bir ipucu, karşınıza çıkarsa ‘aa no grazie mille’ filan diyin bir kaç easy Italyanca ağzınızda geveleyin o zaman bi umut işin içinden sıyrılabilirsiniz.
Milano’da, özellikle merkezde, Duomo çevresinde çokça sokak sanatçısı var. Bazen gerçekten ilgi çekici şeyler çıksa da, arada bir de tuhaf şeyler olabiliyor. Mesela, kulaklıkla kendi kendine müzik dinleyip keman çalıyormuş gibi yapan amcanın önünden hiç para vermeden geçip giderseniz arkanızdan bağıra bağıra küfür edebiliyor size. Like, whaaat?!
Sağda müsait bir yerde lütfen!

Koooskoca iki yılın verdiği özgüven mi dersiniz, köşeden olan biteni izlemiş bir çift göz mü, işte sizlere benim şu ana kadar karşılaştığım Milano. Iyisiyle kötüsüyle, rezil kokusuyla, leziz yemekleriyle, durmak bilmeyen sosyal hayatıyla, büyük şehrin koşturmacasıyla, hiç gelmeyen tramvaylarıyla, bu benim Milanom! Doğup büyümeyi bırakın, dilini akıcı konuşamadığınız bir yerde hayat zor, doğru. Ama yine de bu maceraya çıkmak değer, değdi de! İnsan bir şekilde adapte oluyor; o yerle büyüyor değişiyorsunuz, şehir size siz şehre ayak uyduruyorsunuz. Eğer varsa aklınızın ucunda, yav yeni bir başlangıç yapayım, taşınayım ya da sadece gezeyim geri geleyim.. Hadi hadi o bavulu toplayın ve çıkın!
Takipte kalın! Bir sonraki yazımda, Italyanların alışkanlıkları ama benim hala alışamadıklarımla sizleri bekliyor olacağım!
Bir sonraki sefer için sıkı tutunun, halı kaydırmasın!
Hande’s Flying Carpet
Comments